Babil - (R. F. Kuang) - Dark Academia

 

Hazır mısınız? Dark Academia belasına giriş yapıyorum. Aslında Dark Academia (Karanlık Akademi); bir alt kültür ve internet estetiği olarak tanımlanıyor. Yüksek öğrenim, sanat, literatür gibi kavramların idealize edilmesi ve yüceltilmesi durumuna dönmüş durumda. Üniversite koridorlarında çokça oyalanmış birisi olarak ben de etkilendim ister istemez. 

Hatta yanlış yorumladığım da oldu çoğu kez. Bitkinlikten gözlerimin altında mor halkalar oluşunca kafamdaki "estetik" halinin yok olduğu anları göz önüne alırsak, uzaktan hoş ama içine girince bir hayli yorucu olan bir şey. Mola verip tekrar geri dönmüş bir birey olarak heyecanlandım ve etkilendim. Tabi ki şatolar ve kuleler yerine dershane sıralarıyla yaşadık o dönemi ama iyi ki yaşamışım diyorum.

Hazırsak çat diye giriş yapıyorum.

Oxford' un derinliklerine dalıyoruz. Babil' e. Dünyaca ünlü Kraliyet Çeviri Enstitüsüne farklı ülkelerden yetiştirilmek üzere çevirmenler getirildiğini düşünün. Pek çoğu küçük yaşta Britanya'ya ayak basmış. Burada öğrendikleri farklı dillerle ve bizzat kendi ana dilleriyle çeşitli çeviriler yapıyorlar ve bazı sihirli noktalara dokunuyorlar. Aynı zamanda gümüş işlemenin de merkezi olan Babil kulesi, Oxford kasabasının tam ortasında karşımızda beliriyor. 

** Yorum Baloncuğum ** 

Güncel Hayatlaması

Şu an Adamlar'ın yeni albümünü dinleyip ritim tutarak yazıyorum bu satırları. Belki sadece yazasım vardır belki de lodos fırtınasından sonra fena soğudu hava, onun mutluluğu sebebiyle yazıyorumdur bilemedim. Fakat bu kadar uzun cümlenin ne gereği vardı şimdi ona da emin değilim. Hayat güncellemesi vereyim bari hazır buraya kadar gelmişken bir kivili oralet içmeden gitmek olmaz.

Önce fenasından başlayayım sonra yavaş yavaş aydınlatırız ortalığı. 

Şu OKB belasından var ya nefret ediyorum. Hayır takıntılar öyle yoğun raddeye geliyor ki bazen mantık falan hak getire. Örneğin pandemiden sonra yükselişe geçen temizlik takıntısı. Ama öyle el yıkamalı, süpürmeli, silmeli falan değil. Benimkisi tuvalet baya baya bildiğin klozet takıntısı işte. Aile üyelerinden (erkek) birisi girdikten sonra, deli gibi temizlemeden kullanamıyorum. "Ay bir şey mi vardı, of bir şey mi bulaştı" diyerek kendimi sürekli bir şey olmadığına ikna etmeye çalışıyorum. Sırayla gözden geçiriyorum rutinlerimi. 

Belirlediğim temizlik sırasına ters bir şey yaptım mı eyvah eyvah. Sar başa. Baya azalttım ama şükür. Düşünceler aklıma gelince hiçbir şey yapmadan öylece bakıyorum. He valla. Öylece izliyorum tepki vermiyorum, karşıt düşünce oluşturmuyorum.  Çoğu zaman çalışıyor. İşin garibi erkek bireylerle konuşunca da anlıyorum onlar da temizlik konusunda takıntılı. "Demek normali buydu ve ben unutmuşum" deyip daha çok düzelme gösterdim.

Şimdi aydınlığa doğru hayatı güncellemeye devam ediyorum. 

Aydınlık dediysem mecazi tabi. Neden? Çünkü Dark Academia türünde roman okumaya başladım. Demiştim ya geçen "Yine taksitle kitap aldım ühüü" diye. Şimdi diyorum ki koyver gitsin be ya. Babil kitabını okudum bitirdim ve bu türü sevdiğimi fark ettim. 

Şüpheli Şeylerin Keşfi - (Bihter Sabanoğlu)

 

İstanbul'u gezmek nasıl bir his benim gözümde biliyor musunuz? Her an başınıza bir şey gelecekmiş gibi tedirgin hissederken, aklınızdaki yaşanmışlıklara kayıtsız kalarak bunu görmezden gelmeyi öğreniyorsunuz. Belki yıllardır insanların burada hayata tutunmasının sebebi bu karmaşa ve keşmekeştir. Hayalle gerçek, iyiyle kötü birbirine karışıyor. Bazen durağan bazen de aniden yükselen, ilginç bir senfoni dinliyor gibi hissediyorsunuz. Bu halin gri mi yoksa renkli mi olacağı tamamen sizin elinizde.

Türk yazarları keşfetmeyi çok seviyorum. Özellikle kendimi çıkmazda hissedince, evime dönmenin yolunu arıyor gibiyim. Anlattıkları mekanlar, yaşadıkları ruh halleri, içinde bulunduğumuz kültürden mütevellit; bir tanışıklık hissi uyandırıyor. 

** Yorum Baloncuğum **

Ayla ve Edhem' in hikayesini anlatan, hafif karanlık atmosfere sahip, İstanbul'u; Roma ve Bizans eserleri arasında dolaşarak geçireceğiniz güzel bir roman bu. Tesadüf gibi görünen bir karşılaşma belki de çok eski bir tanışma hali.. Yanlış anlaşılmasın bir aşk hikayesi değil bu. Kendini bulma, keşfetme, hatırlama ve özümseme hikayesi. Bende tam olarak uyandırdığı hisler böyle. 

Tanıtım yazısı eklemiyorum bu sefer. Yorum baloncuğu olarak hislerimi bırakıp kaçmak istedim. Havanın rengine, rüzgara ve kara aldırış etmeden İstanbul'da gezinmek, kendi hikayesini keşfetmeye çalışan bir kadının, hafif karamsar ruhuna eşlik etmek ve bambaşka bir atmosferde ilerlemek istiyorsanız, naçizane tavsiyemdir.


İyi okumalar :*



Anadolu'da Zaman Başka Akar

 Yüzünü göstermeden, mesafeni aşmadan, fazla yüz göz olmadan, "Buradayım! İşte beni görün buradayım!" diye bağırmadan; iş yapamayanlar diyarına hoş geldiniz. Okurken, yürürken, yazarken, düşünürken, beğenirken hatta nefes alıp verirken kendimizin çığırtkanı olmadığımız sürece, boşmuş gibi geliyor. Bu -gibi gelenler- tek bana değil çoğumuza.. 

Sistem ve toplum içe dönük tipleri sevmez. Zaten en başından yanlış anlayıp "içe kapanık" olarak yaftalar. Sürekli -içindeki potansiyeli herkese göstermelisin, adeta potansiyel kusmalısın- diyerek seni dışa dönük olmaya zorlar. Aksi takdirde ekmek yoktur. Bir yandan hak verirsin. " Doğru aslında görünmezsem nasıl hayatta kalacağım ki?". Öte yandan -az görünerek- hayatta kalmanın yollarını da keşfettiğin an, tıkarlar. 

Sürekli kendi kimliğin ve kişiliğinin aksi davranmaya itilirsin. Tasarım yaparsın bağırman gerekir, el işi yaparsın bağırman gerekir. Giyinirsin bağırman gerekir. Soyunursun bağırman gerekir. Her şeyin sesi o kadar açık ki bir MUTE tuşu ararsın. Doğaya kaçarsın, dinlenirsin. Geri döndüğünde yine aynı şeylere maruz kalıp hayal kırıklığına katmanlar eklersin. Kısa aralıklar da tatmin etmez.

Bir türlü o "Ayakları üstünde duran güçlü insan" imajını çizemezsin. Şansı yaver gitmemiş, hali hazırda 1-0 geride başladığın hayat, tekrar söylenmeye başlar. "Güç senin elinde, demek ki yeterince istemiyorsun".  

Bad Girlfriend - (Kore Drama)

 Peki bu da blogun ilk dizi yazısı olsun mu? Bence olsun çünkü nadiren dizi-film işine dalabiliyorum. Dikkatim çabuk dağıldığı için (niyeyse kitaplarda öyle değil, çözemedim) odaklanma konusunda zorluk çeker halde buluyorum kendimi bazen. Ee tabi dönem dönem yaşadığım kırılma anlarında da üstüme bol bol youtube videosu ve diziler atarken buluyorum kendimi. 

Battaniye altında sıcak çikolata içip keyif yapma evresine henüz geçiş yapamadım ama yine de izlerken keyif aldığım, yer yer " Acaba mı olabilir mi lan " diye sorguladığım, sonra " kendine gel saçmalama " diye kendimi durdurduğum bir mini diziyle karşınızdayım.

**Dizi Tanıtım**

" Dizi, sevdiği biriyle çıkma arzusuna sadık olan Ji Soo'nun etrafında dönmektedir. İş yerinde kendisinden üstte olan Tae Oh ile, dışarıda ise neşeli bir genç adam olan Ji Ho ile çıkmaktadır. Ancak Ji Ho, Ji Soo'nun şirketinde çalışmaya başladığında Ji Soo'nun mükemmel gibi görünen günlük hayatı çökmeye başlar. Ji Soo tüm bunlarla başa etmeye ve iki ayaklı ilişkisini sürdürmeye çalışır."

**Yorum Baloncuğum**

Dizide kızımız "kalbinin sesini dinleme işine" biraz kendini kaptırmış birisi. Aynı anda 2 erkeğe aşık oluyor ve ikisini de elde ediyor. Fakat bunu daha masum bir yerden yapıyor gibi. Yani izlerken empati kurmak ve eleştirmek arasında kalıyorsunuz. 'Sinsice iki erkeği idare etme' durumundan ziyade, "aklını bir kenara koyup kalbinin peşinden koşuyor" diye yorumlanabilir (belki). 

Hayatındaki erkeklerden biri; kendi işyerinden müdürü, diğeri; kafede çalışan ve aynı zamanda tasarımla ilgilenen bir genç. Tabi ki işin içine biraz da hareketli drama sosu eklenmesi için umulmadık gelişmeler. Bazı sahnelerde "Nasıl yani" dedirtiyor. Bu soruyu sorarken kendimi kahkaha atar halde bulduğum oldu. Yorumlarken kararsız kaldığım ama izlerken keyif aldığım farklı bir senaryosu vardı.

Sanki bir şans verilebilir çıtır çerez bir izlemeye ihtiyaç varsa. Buraya kadar bile okuduysan sabrına selamet tatlı okuyucum :*


Çağdaş Sanatın Sahterkalığı - (Avelina Lesper)

Geçenlerde bir habere denk geldim tam o sırada arkadaşla konuşuyorduk. Sitenin linkini istedi, attım. "Hollanda'da müze çalışanı, bira kutusu şeklindeki sanat eserini yanlışlıkla çöpe attı." Başlık hemen ilgimi çekti. Hayır hayır mevzunun nostalji bağımlılığım ve geleneksel sanatlara dair yaptığım okumalarla, çok da bireysel bir bağı yok. 

Haberi sesli bir şekilde birlikte okuduk ve birden gülmeye başladık. Kendisi iş sahası konusunda ilerilerde. İstanbul'da sanat camiasının tam içinde ve tiyatrosundan sinemasına kadar çok fazla iş yapıyor. Haberi özellikle onunla birlikte yorumlamak istedim çünkü hem o çevrenin güncel fikirlerini bana iletebilecekti hem de okullu-alaylı karışık bir kimlik olduğu için konuya daha fazla hakimdi. 

Ben her ne kadar geleneksel sanat ve resimlerle ilgili araştırmalarımı artırmaya çalışsam da bir noktada durmak zorunda kalıyorum çünkü lebi derya bir alan. Konunun üstüne detaylı konuştuktan sonra bana bir kitap önereceğini söyledi. Tavsiyesine uydum, aldım okudum, bolca cümlelerin altını çiziktirdim ve yorumumu naçizane aktarmaya geldim.

** Yorum Baloncuğum**

Avelina Lesper Meksikalı tarihçi, sanat eleştirmeni ve yazar. Modern sanat eleştirileri hatırı sayılı bir kitleye ulaşmış durumda. Gerek röportajları gerek yazdığı eleştiri yazıları ile, bu camiayı deyim yerindeyse eline aldığı incelikli bir sopayla dürtüyor. Eğer geleneksel ya da modern hiç fark etmez sanata ilginiz varsa, farklı bir bakış açısına ihtiyaç duyabilirsiniz. 

Bu konuda kesinlikle Tellekt yayınlarından çıkan Çağdaş Sanatın Sahtekarlığı kitabını öneriyorum. Benim için ufuk açıcı ve yer yer duygularıma tercüman olan bir kalem oldu kendisi. İçinden bazı alıntılar yaparak biraz daha detaya girmek istiyorum:

Yeni Çağ - Eski Kafa

 

Birkaç zamandır teknolojinin -gereksiz bir hızla- gelişimi konusunda hem rahatsız olup hem de nimetlerinden faydalanmak durumunda olduğumuzu konuşuyoruz (Ya da bazı noktalarda mecbur bırakıldığımızın) Tamam bireysel olarak yapabileceğimiz şeyler sınırlı ama mantık süzgeçlerimiz sayesinde; faydasını maksimum, zararını minimuma indirebildiğimiz gerçeği de iç ferahlatıcı. Aslında böyle bir girizgah yapmamın sebebi de konuyu daha basit bir noktaya getirip bırakmak.

Değişen çağ, ahlak anlayışı burada tam olarak deşeceğim konular değil ama kesinlikle ucundan dokunacak. Kafa karışıklığı yaşayan bir kız arkadaşla yaptığımız akşamüstü sohbeti, beni de pek çok soruya daldırdı gitti. Tek eşlilikle ilgili yaşadığı sorunu anlattı. Daha doğrusu kendisine yaşatılan sorunu.. "Dur bakayım altından ne gibi çözümlemeler çıkacak" diye bir süre sessizce dinledim.

Uzun yıllardır beraber olduğu partnerinin sosyal medyadan başka hatun kişileri takibe aldığını söyledi. Şöyle bir düşündüm; yeni normal olarak sayılabilecek " başka kişileri takip etme eylemi neden rahatsız etti acaba " diye. 

" Bazen refleks olarak, bizi etkileyen kişileri takip ederiz ve yaptıkları işlerin arasında, kendisini de paylaşıyor olmasını göz ardı ederiz" diye cevap verdiğim an tekrar söze girdi: 

Dikenlerin Büyüsü - (Margaret Rogerson)

 

Blogun ilk kitap yorumuyla dalış yapıyorum sevgili okuyucu. Önce bir kaç soru sormam lazım tabi.

Kendine ait dünyası ve haritası olan, büyülü kitapları, kütüphaneleri, güçlü ve inatçı bir kadın karakteri, hem normal insanlara hem de sihirzadelere yer verilmiş bir dünyası olan alemlere girmek ister misin? cevabın evet ise bu kitap tam sana göre. 

Tanıtım Yazısı

" Elisabeth, Güneyrüzgarı Krallığı'ndaki Büyük Yazdüşü Kütüphanesi'nde çocukluğundan beri bu zihniyetle yetiştirilmiştir. Raflarda fısıldayan ve demir zincirlere vurulmuş kara büyü kitaplarının arasında yaşarken bu kitapların mürekkepten oluşan korkunç canavarlara dönüşebileceğinin farkındadır. Bu yüzden çıraklık mertebesinden muhafızlığa yükselip krallığı bu korkunç güçten korumayı kendine amaç edinmiştir. 

Kütüphanede meydana gelen bir saldırı, en tehlikeli kara büyü kitaplarından birinin zincirlerini koparmasına yol açar. Elisabeth bir anda kendini büyücü Nathaniel Thorn ve onun gizemli iblisi Silas'la yüzyıllardır süregelen karanlık bir planın tam ortasında bulur. Büyük Yazdüşü Kütüphanesinin hatta dünyanın geleceği artık onların elindedir" 

Gerçekten spoiler değil kitap tanıtımı böyle başlıyor. zaten kendini kısmen de olsa anlattı. Kitap puanlamayı sevmem o yüzden kendi yorumumu usulca bırakıp kaçacağım. 


 **Yorum Baloncuğum**

Uzun süredir fantastik okumamıştım ama seri okumayı da gözüm kesmiyordu açıkçası. Araştırırken bu kitaba denk geldim. "Tek kitap nasılsa en fazla sıkılırsam bırakır sonra bir ara tekrar dönerim" diyordum ki o da ne? Açlık çektiğim için mi yoksa konusu özellikle "kitap - kütüphane ve büyü" teması etrafında olduğu için mi bilinmez, 1.5 günde okuyup bitirdim ve çok sevdim. Sürükleyici olması, iç monologların fazla olmayışı, tam sakinliğe kavuştuk derken yeni bir olayın patlak vermesi ile beni çok etkiledi. 

Bir Ege Road Trip Sezon Dışısı

 Geçtiğimiz Eylül' ün ortalarında ne zamandır planladığımız şu road tripi bir yapalım dedik. Etraf sessiz, oteller ucuz olur kafa dinleriz gezeriz diye yola koyulmaya karar verdik. Tabi ben son dakikaya kadar Savaş ya da Kaç' ın Kaç penceresinde sallandım durdum. Sen aylarca hayalini kur sonra beynin oyun oynasın yok ya. Toparladık eşyaları, arka koltuğu çarşamba pazarına çevirdik. Yanına da iliştiriverdiler beni eşantiyon gibi. 

Bezin istasyonu aesthetic

Böyle benzin istasyonları valla bana estetik geliyor. Normalde doğaya tabi kullanırım bu kelimeyi ama efendime söyleyeyim bir liminal spacelik olsun, hiçliğin ortası olsun. İlgimi çekiyor böyle sessiz yerler.  Kahveleri, çubukları falan doldurduk arabaya çıktık yola. Tabi ben kendi flashımı kendim doldurdum darladıkça darladım milleti şunu dinleyelim bunu dinleyelim yine. (Sıkıldım deep house ve elektronik dinlemekten napayım. Bastım Küba müzikleri, 2000'ler yabancı, 80'ler disco ve türkü falan. tam bir kültür karmaşası.) Gün ışıyana kadar kendime gelemedim tabi.

B12 Mi Eksikliği?

 

  Evet evet galiba aylar sonra geri dönmüş bulunuyorum ama güç bela. Bir insan şifresini unutur tamam anlıyorum da gmail adresini ve blog adını unutmak nedir arkadaş? Küçük bir sebep görüyorum tabi. Eski telefonum kırıldı. Koştur koştur gittim ekran yaptırdım. Güzel abilerimiz işlerinde mükemmel oldukları için içinden geçmişler telefonun tabi. Baktım kenarlardan ışık sızıyor, çift basıyor, maile giriyorum instagrama atıp keşfette millete beğeni gönderiyor (ciddiyim bu arada keşke bir hayaletim olsa da konuyu metafizikten hop buralara bağlayabilsem).. Dedim bu telefon değişecek. Masaüstü bilgisayara geçince laptop boşta kalmıştı onu satıp üstüne yeni telefon aldım.

Eski telefonu da ekran bozuk falan kenara ayırdıydım. Allahım bir şeyi formatlamak ve yeni bir yere geçiş yapmak için yüzlerce uygulama + mail yüklemek çileymiş (derdini öpeyim baloncu). Hallettim bir şekil. Bazı veriler eksik transfer edildi ve anca bulabildim blogun adresini falan. 

Arkadaş nolur bana Nokia 3310'u 5100'ı geri verin. Takoz istiyorum takoz. Balkondan birkaç kat düşünce "Hellö hala hayattayım" diyen bir teknoloji istiyorum ama Whatsapp yok :( Aile içi iletişim ve iş mevzularında iyi oluyor. Yemin ederim tuşlu Blackberry' ler vardı ya hatırlarsın. Bizim sınıfın zenginleri kullanırdı onları. (Şöyle bir geri dönüp bakınca, sosyal bir sınıfı temsil etmediğini gördüm gerçi) alıp kurtulacağım o olacak en sonunda.

Bu arada Samsung' a geçtim kamerası olaymış cidden. Arada bir tane de Ege road trip patlatmıştık tüm fotoğrafları yeni telefonla çektim (grubun Şikşakı yaptılar beni ama bu iyi bir şey) Onunla ilgili de bir yazı atacağım arşiv bende olduğu için. Sezon dışı Ege de tadından yenmiyormuş ayan beyan görmüş olduk mis gibi. Zaten sonbahar ve kış insanı olduğum için pek bir güzel besledi nostaljik zihnimi.

 Aa bu arada fiziksel kitap okumaya da geri döndüm (kindle da bir yere kadar. Kendisi faydalı ama ben romantik bir insanım fiziksel kitap elleme ihtiyacı duyuyorum mıncıklıyorum, kitaplıktaki duruşlarına bakıp 'vay anasını' diyorum. 4 saat kitaplık temizledim gibi aylardan sonra resmen dile geldi sıpalar)

Çok gevezelik ettim ama valla heyecandan. Kayıp ikizimi bulmuş gibiyim. Şöyle hobarey içimi dökeyim istedim.


Seviliyorsun :* :*

Hiçbir Şey Yapmak

Gündemde onca şey varken hala aklımın bir köşesi, anksiyetelerle yoğurulmuş yeni bir meslek arayışı içerisinde. Hiçbir şeye güvenmemek gerektiğini tekrardan anladım özellikle dijital alemde. Antik Yunana ışınlasalar bizi de oturup heykel, resim ve felsefe üçgeninde hayatımızı geçirsek diye düşünmüyor değilim hani. Oldum olası geçmişe tutunmaya çalışan bir insan olarak şu anıma bakıyorum. Bakıyorum ve görmezden geliyorum. Yahu arkadaş bu nasıl bir hız! Yoruldum yoruluyorum. Sürekli sağdan soldan çıkan pop-up reklamlar, vahşete beş kala haber başlıkları ve içerikleri, dışa dönük olmaya zorlayan aralıksız uyaranlar, küçük şehir bunaltmacaları, büyük şehir pahalılığı. Sıkışmış gibi hissediyorum. Daha doğru aidiyetsiz gibi.

Konuştuğum insanlardan da sık duyuyorum bunu. Aidiyetsiz hissetmek. Yersiz, yurtsuz. Bir nenenin köy evine ihtiyacımız var sanırım diye düşünürken şu geliyor aklıma. Yeni anılar inşa edilir edilmesine de geçmişten kopup gelen ruhu ne yapacüğük? Binlerce hatta milyonlarca yıldır yavaş akan zaman bir anda nasıl da hızlandı böyle? Teknolojinin gelişmesinin faydalarını yabana atacak değilim ama savaş ya da kaç taktiğinin çalışmadığı her an, bana çılgınlık gibi geliyor. Kara sabana öküz koşalım demiyorum da her şeyin bir yavaşlığı ve sindirme süresi olmalı.. Zira yetişemiyorum.

Hele içe dönük bir tipsen yandın. Çocukluğumdan beri "ne kadar da yabani, bu da kendini bir şey sanıyor, sohbete niye katılmıyor ki, kendini beğenmiş küstah" cümlelerini duya duya farkında olmadan kişiliğimi tersine çevirmiş olduğumu fark ettim. Yahu arkadaş ben mecbur muyum sizin el alemin dedikodusunu ipe dizip dinlemeye. Zihnimi neden böyle şeylerle doldurayım ki. Kitap okursun "ee okuyacan da nolacak boş işler bunlar". Müzik dinlersin "bu ne kız böyle satanist mi olacan başımıza". Çıkar gezer tozarsın "bu da amma sürtüyor sağda solda" vs vs.. (Devamını söylemeye dilim varmıyo ağzımda klavyeyle yazıyorum şunları rambo gibi.) Tabi bu "etrafın lakırdılarını" bırakalı 10 sene kadar olacak ama zihnimdeki toplum baskısını silip atmak ve karşı argümanlar üretmek yıldırdı.

Bir sürü erkek kuzenim var onlara hiç böyle söylendiğini duymadım. Demek mevzu taş..k meselesi. O olunca kimse laf etmiyo bak. Ee ergen aklıyla bunları göre göre "erkek gibi kız" desinler diye, kişiliğimden ilk ödün vermelere o dönem başlamışım. Abuk sabuk konuşmalar, höt höt olmalar. Bazen bile isteye yanlarında küfür etmeler. Yeter ki bana ilişmesinler. Oysa ben küfürden hoşlanmam ama çevredeki zeka seviyesi düşük olunca, ince ince laf sokmalar çalışmıyor. 

"Bizim akrabaların bug' ını buldum" derdim hep. Baktın surat astığını düşünüp üstüne geliyorlar (halbuki muhabbetleri bok gibi) Her şeyle ama her şeyle dalga geçmeye başladım. Bir şeyler söylemeye başladıklarında deli deli sırıtıp "Amaaan boşversene gız deliyim ben zaten" diye tiz perdeden kahkaha atarak laf sokmaya başladım. Yüzlerindeki ifade hoşuma gitti. Tam bozulacak, kaşları hafiften çatılırken benim güldüğümü görünce istemsiz sırıtıyorlar. Bunlar yüzünden sense of humor'um bozuldu. Her şeyin dalgasını geçmeye başladım. Ciddi olmam gereken yerde daha da bir bozuluyo. Bi tamirci falan önerin bana durduramıyorum kendimi.... Diğer bir bug da; laf soktuklarında anlamazdan gelmekti. "Ay anlamadım kafam dalgın tekrarlar mısın diye 2 - 3 kere kurdukları cümleleri tekrarlatmak, vitaminin değerinin kaybolmasına sebep oluyordu. O gün bugündür elleşmezler hiç bene. 

İnsanoğlu çok garip. İletişim kurmak için taktik geliştirmek de benim için çok acı. Tamam lafımı esirgemedim hiçbir yerde. Ne kurumsalda ne esnaflıkta ne de insanlarla iç içe olunan işlerde. Ama tutunamadım da aralarında. Böyle olunca da "üç kuruşa tamah etmeler" çıktı ortaya ister istemez. Zekası bir hayli aşağılarda seyreden müsveddelerin, karşısında çocuk varmış gibi böbürlenip aşağılamaya çalışması beni çok sinirlendiriyor. Ergenliğimde ekstra ekstra sinirlendiriyordu. İşin kötüsü aşırı öfkeli olduğum zaman ağlıyorum. Salya sümük bir şeye dönüşüyorum. Tüm bu buhranları içimden atmak için de yazıyorum, çiziyorum kendimi, oyunlara veriyorum falan.

Hiçbir şey yapmama eylemsizliğim devam ederken kendimde yeni yeni düşünce akışları keşfetmeye başladım. İçsel bir yolculuğun kapısını aralayıp bir arkadaşa bakıp çıkacaktım edasındayım şu sıralar. Demek hala hiçbir şey yapmıyor değilim. Belki gerçekte hiçbir şey yapmamak diye bir şey de yoktur. 


Bilemedim..






Metal: Yorgun - 4 Teker: Var - Spoiler: KIRDIM

Sabah bir gaza geldim. Literally gaza geldim yani. Rüyamdan araba ile uyandım. (Bizim ailede danaya girer gibi bir şeylere girmek huydur.) 24 yaşında bir arabamız oldu yaklaşık 1 ay önce. Metal yorgunluğu ve kütürdemelerini saymazsak sağlam sayılır. Çoğul çoğul burada -mız dedim çünkü toplamda 3 kişiye ait. Bu 3 kişiden biri kalp hastası diğeri tansiyon. Yakın ailede koah, eski lösemi, şeker ve ağır depresyon hastaları da olduğu için bir nevi taşımacılık hizmetine uygun amaçlarla kullanılıyor. Genelde ben çöküyorum tabi. O kadar manevi emeğim var. (kendi maddi gelirime de yine kendim çöküyorum ama konumuz bu değil) 

Ee 34 yaşında ilk defa ruhsata adımı işli görünce şımardım ben. Acil "iyi" kullanmayı öğrenmem lazım gibisinden. Pratiğim vardı ama memleket trafiğine çok çıkmamıştım. Sabah yolların da boş olduğunu bildiğim için önce kısa bir rota çizdim kendime. Sürdüm bir güzel. Baktım rota kesmedi çarşıya gireyim dedim. Bir sokak arasında mola verdim mentali toplamak için çünkü i love anxiety. Baktım annem evde değil dedim ki "Aaaa kamil buraya kadar geldin o zaman köye gitsene! Hem valideyi görmüş olursun hem pratik yapmış olursun"

İçimdeki aşağılayıcı sese kulak ve bastım gaza (60'la gidiyorum gaz dediysem) Köyün girişine yaklaştım. Kendisine, çevre yoluna bağlı bir tali yoldan ulaşılabilir. Kapatmışlar yol çalışması var diye. Başka bir köye vermişler yolu daha önce hiç gitmediğim. Sağ olsunlar tabela da koymamışlar anayola çıkmak için şuradan gidin diye. Daldım ben çıkmaz sokağa. Arkamda arabalar birikti. Baktım inceden herkes geri geri çıkıyo ee ben de mecbur çıkıcam. Sen park sensörünün bozulacağı tut. Arka camdan bir bok görünmüyor. Bankete düşmüş çöp kutusu. Ben bam diye girdim çöp tenekesine. Aklım çıktı başkasına çarptım da dayak yiyeceğim diye.

Kendimi kutladığım tek nokta var. Yanlara park etmiş sıralı iki dobloya çarpmadım. Balkonda oturan teyze şiveli şiveli ayy çöpe çarptın dedi. Yiğitliğe bok sürdürmemek için "Eeheheh olsun yaa bu yaşta ilk defa arabam oldu bi şey olmaz" diyip kahkaha attım manyak gibi sokağın ortasında yüksek perdeden. Tek şahidin teyze olması, rezilliğimi ört bas etti. Spoiler arıyorum şimdi tırım tırım. Modifli bir şey bakayım bari de bu bahaneyle keyiflenirim. 

Garip bir aydınlanma yaşadım yazarken he. Ben artık o kadar telaşlı bir insan değilim sanırım. Yani aklım çıkmadı, bundan iki sene önce olsa arabayı orda bırakıp otobüsle dönerdim. Telefona sarılıp sövmeli ağlamalı arama yapmadım. Demek gelişiyorum yavaş yavaş (Az daha yavaş olursa bir sonraki hedef jantlar olacak galiba)


Bu gereksiz hikayeyle sana da "Off bu muydu len onca tantana" dedirttiysem ve tam olarak "derdini s...." butonu arıyorsan, görevimi başarıyla yerine getirmişim demektir.


See you later alligator <3<3




İçim Dışım To-Do List

İçime döndüm bu sabah. Oturdum matın üstüne. Şöyle bir esnedim. Göz süzdüm dışardan geçen araba sesine. Dur dedim iki dakika ya bir konsantre ol. Gözlerimi kapadım derin nefes aldım. Düşünmeye başladım eskiden en mutlu olduğum anların kolajını. 

- Gezmek? Hmm evet ama enerjim yok şu an dur az mola verelim şu bankta.

- Okumak? Ee yapıyorum ya zaten

- Resim mi yapsan tekrar acaba? Üstüne gitsem daha da geliştiririm aslında. Hem daha yeni suluboya ve akrilik seti almıştım. Dur bir düşüneyim dursun kenarda

- Sahaf ve müze gezmek? Bak bu olur işte. Mis gibi kitapların arasında kaygısız gezip gözüme kestirdiklerimi bağrıma basarak almak. Müzelere zaten bayılıyorum o da cepte

- Film kültürünü az geliştirsen mi? Adaptasyon sorunu yaşıyorum bir şey izlerken ama az daha ittirsem olacak. İşine gelince bilgisayar oyunlarının içinden geçiyorsun ama bunun da geç nolacak

- Yazı yazmak? Tekrar başladım. Elim kağıt kalem gördü ama yazım yine kötüleşmiş. Zihnim o kadar hızlı akıyor ki yetişmeye çalışırken oluyor galiba

- Yeni bir dil öğrensene bre! Çok istiyorum ama Almanca ve Fransızca arasında kaldım. Madem sanatsal yönü ağır basan bir tip olmaya daha müsaitim Fransızca deneyebilirim ya da İtalyanca. (Zaten artık Latin Amerika ülkelerini gezmek gibi bir hevesim yok. İspanyolca öğrenmesem de olur)

- Piknik yapmak? Pinterest pikniği mi mangal mı ona bir karar ver hele o iş kolay

- Meditasyon? Ee yapıpdurum şimdi gari

- Antik medeniyetleri ve inançları araştırmak? Off özlemişim biliyor musun? Mısır'dan mı başlasam tekrar?

- Dans etmek? Şu sıcaklar bir geçsin de evde tepinmelere rahat rahat başlıcam yine

- Bohem giyinip ruhuna uygun takılmak? Hala araştırmalardayım. Ethnical kıyafetler neden o kadar pahalı? Yani akımın çıkış noktasından tamamen sapmış gibi görünüyor. Takıyla falan tamamlarım bir şekil

- Müzik aleti çalmak? Klarnet alasım var ama apartmanda yaşamak zorundayım duvarlar ince ühüü

-Bisiklet sürmek? Sonbaharda bodrumdan çıkarayım bari


Böyle çılgın gibi kendimle ilgili çözümlemeler yapayım da yanlış inançlarımı ve otomatik düşüncelerimi kırayım dedim. Enee bir bakmışım to-do list yapıyorum. Açtım gözlerimi unutmamak için oturduğum yerden kalkıp bunları yazdım bir de. Ahh şu tembellik hakkını kaygısız korkusuz bir kullanmaya başlasam tekrar. Bulacağım o potansiyeli de. Bakalım onu da sonraki sabahlarda düşünürüm artık



Normal Mevsimleri

Mevsim normallerinin bana döndüğü gibi ben de sana dönüyorum sevgili okuyucu. Bir mevsimin normalini ifade ederken neresinden tutsak elimizde kalacak tabi. Ah ah hatırlıyorum çocukluğumdaki kara kışları, yazın serin geçen keyifli zamanları. Baharların bahar gibi yaşandığı o araları. Şimdi düşününce deri ceket mevsimi diye tabir ettiğim süre, kısacık bir zaman dilimine denk geliyor. Yahu benim deri ceketim vardı bir zamanlar. dökülmüş dışındaki suni kumaş. İttire kaktıra giyiyordum. Mevsimi gelmiyor ki artık. Bu bahaneyle tadilata girişeyim olmadı çanta ya da bozuk para cüzdanı yaparım kendisini. Dönüştüre dönüştüre bu işler galiba. (Eski tişörtler olmuş saç boyama tişörtü, cam bezi)


Kendime kapüşonlu kot ceket aldım oversize. Yaşasın deri gibi yakmaz bu dedim maksimum bir hafta giyip koydum kenara. Neden? Çünkü cehennem gibi sıcaklar başladı hop geçiverdik kısa kollulara. Ay bir de şu normal tişört boyutlarını geri getirelim nolur istemiyorum crop giymek artık..

Havalar serinleyince aklım çalışmaya başlamış bak hele. Yardırıp duruyorum. Bir önceki yazıda dediğim freelancerlık işleri nasıl diye sorarsan; gitmiyo. Başka bir şey var tutkunu olduğum; farkındayım ama bir türlü bulamıyorum. 

Kendime hobi edinmeye kalkarken ister istemez zihnimin tozlu raflarında "Ee bununla oyalanıp napıvercen düzgün hobi bulsana" diyen gözlüklü tıknaz bir teyze fırlayıveriyor. Sus diyorum teyze sus "Hayatta her şey fiziksel boyutuyla bir karşılığa oturmak zorunda değil. Az bırak da neşemizi bulalım". Sonra tekrar mikrofonu eline devralıp " O kirayı eben mi ödeyecek kalk soğan doğra gerizekalı" diye üstüme yürüyor. Ben biliyorum onu nasıl susturacağımı:

Bir şehir hatları vapuruna binmeme bakar. Sonra hop kısılıverir sesi ocaktaki bamya yemeği gibi. Hiç bir şey yapmamaya karar verdiğim günden beri (yaklaşık bir ay olacak) kafamda hep aynı şey dönüp duruyor. "Ben ne istiyorum?" İlginç bir aymazlığın penceresinden denizi izliyorum. Umarım bulurum en kısa zamanda. Wörk istiyorum wörk. Ama üstüme cuk oturacak cinsten.

Yeterince kafa açtığıma göre artık kaçabilirim. Deri ceket mevsimi gelince haber edin gari


İşsizlik ve Özgüven Üzerine Karalamalar

İşsizlik derken kastettiğim şey, toplum yargılarına kurban giden tabiriyle yer alıyor burada aslında. Bedenen çalışmadığın işleri işten saymayan, freelancer olarak kat ettiğin yolculuğun hiçbir şey ifade etmediği ya da tam tersi yanlış anlaşılmalara maruz kaldığı bir çağdan herkese selamlar.


Daha yeni denk geldim işte. İsmi lazım değil bir akraba " Ee senin çalışmaya gönlün yok, aksi halde bir mağazaya falan girer çalışırdın" dedi. Haydaa. Bu nereden çıktı şimdi. Zaten yıllarca yaptım o işleri ben. Satışta da bulundum müşteri hizmetlerinde de. Ama yaş 30ları geçince ve üzerinize afiyet psikolojik rahatsızlıklarım artık bedenimi de zorlamaya başlayınca bırakmak zorunda kaldım. (promosyon olarak boyun fıtığını da ekleyeyim mi? Ekledim gitti)

Üniversiteden ilk mezun olduğumda alanımda çok iş aradım. Biz size döneriz klişelerini dibine kadar ekmekle sıyırmış bir insan olarak şunu söylemeyi kendimde hak görüyorum " Yahu sizin derdiniz ne be? İdealistlikse idealistlik. Yüksek lisanstan vazgeçirdiniz beni yok o kadar nitelikle iş hayatına adapte olmak zormuş da bilmem ne"

Hayır onu geçtim tipine şöyle bir bakıp göz süzen ve ağzını yayarak konuşanlardan bahsetmiyorum bile bu saha içerisinde. Dedim ya freelancerım diye millet de sanıyo ki paraları götürüyoruz. Hayır arkadaşlar toplaşın gerçeği açıklıyorum. Götüremiyoruz. Mavi yakadan beter halimiz (mavi yakalı olarak da özgeçmişime tik atmışlığım var) Diyeceksin ki sen de her çiçekten bal almışsın. Mecbuuuur böyük şehirde yaşamıyorum ki gurban olduğum.

Peki tüm bu anlattıklarımın ne alakası var özgüvenle diyecek olursan "Olma mı yeğenim gel de anlatayım" diye yeni boyanmış banka oturtup iki muhabbetin belini kırmaya davet ediyorum. 

Mezuniyetin ne olursa olsun, kim olursan ol eğer zorlu bir geçmişin ve aile yaşantın varsa hayat sana 1-0 skoru çoktan çiziktirmiştir. Hayır hayır kaderci bir yerden bakmıyorum olaya. Bazı insanlara gümüş tepside sunulan şeyler için, senin gece gündüz yırtınman gerekebiliyor. Bu demek değildir ki aristokrat ailenin çocuğu aristokrat, çiftçi ailenin çocuğu çiftçi kalır. Hayır. Fakat bizim gibi gelişmekte olan ve gençler açısından baktığımızda can yakan bir yerde zihni sağaltmak ve kafayı güçlü tutmak ekstra zor. Kendi küçük çevremden bakmıyorum olaya. Çok fazla insan tanıdım çok fazla iş yaptım piyasada. Hala daha yapıyorum ama artık o kadar yorgunum ki, bir gençlik borcu ödemesine ihtiyacım var.

Özgüven açısından inşa etmeye çalıştığın benliğini, iq'su ayakkabı numarasından daha küçük olan bazı insancıklara yedirtme diye diyorum. 30 yaşına kadar öğrendiğim pek çok yanlış şeyi, 30 yaşımdan sonra yıkmaya çalışan ben söylüyorum bunu. Evet. " Acaba neyimi beğenmediler demek sorun bende " diyerek çok döndüm eve gözüm yaşlı. Bir noktadan sonra sen de görüyorsun önceden saygı bile gösterilmeyen bazı insanların altlarına bilmem kaçıncı mercedeslerini çektiklerini.. Sorun sende değil işte. Sorun bizde değil. Biraz paylaşımcı olmak lazım. Hepimiz eşit şartlarda doğmuş olsaydık, tüm bu ekonomi ve dünya düzeninden azade bir noktada ütopik yaşamlar sergiliyor olsaydık, dediklerinde haklı olabilirlerdi. Ama değiller. Biz Yaşar Ustalar haklıyız artık..

Hem ne demiş Alain de Botton - Statü Endişesi kitabında:

"Başarısızlığımızın, etrafımızdaki insanlar tarafından sert ve acımasızca eleştirileceği ve yorumlanacağı bilinci olmasaydı, yaşamda başarısız olma korkusu şimdi olduğu kadar yakıcı bir korku olmazdı. Başarısızlığın maddi sonuçlarından duyulan korkunun üzerine, dünyanın başarızlığa olan ters yaklaşımından duyulan korku eklenir; ne de olsa dünya, başarısızlığa uğramış kişilere "loser" gözüyle bakmak konusunda pek bir heveslidir. Kaybeden sözcüğü dünyanın sempatisini kazanma şansını kaybetmiş insanları da ifade eder"

Burada kastedilen başarısızlık o başarısızlık değil. Ki sanayi devrimi sonrası bir dönemin batısında, resim ve edebiyat ile ilgili yapılan eleştirileri okudum. Aklım şaştı nasıl bu kadar küçümsenebilir diye. Bohemian düşünce tarzı ve hareketi sağ olsun biraz kırmış sayılır. Bütüncül metin okuması yapmak lazım bir yerde ki onun da analizini paylaşacağım en kısa zamanda.. 

Öyle bir iç dökmeler işte. Görüşürüz sonra ocakta yemeğim var (literally)

İnceden Bir 'Gamer' Dramı


 Kulağımda bir Glass Beams şarkısıyla nostaljik hislerimi tetikleyip gün yüzüne çıkarmaya çalışırken buldum kendimi. Ben ki kronik depresyon, anksiyete ve okb hastası olarak kaybettiğim aidiyetleri yakalamaya çalışıyorum son 5 senedir falan. Yani pandemi hepten içinden geçti de o dönemi hatırlamak istemiyorum. Ya da dur dur dalayım inceden. Hali hazırda sosyal-içe dönük bir tip olduğum için pek etkilenmedim diyebilirim. Gömdüm kendimi bilgisayar oyunlarına. (Kalk kız soğan doğra edasında kimisi için boş görünen bu aktivite, benim için müthiş bir odaklanma sorunu çözen sihir oldu. Hala öyle gerçi) Gamerlık geçmişim eve ilk bilgisayarın girdiği lise yıllarına dayanıyor da konumuz bu değil.

 Ara ara zihnimde bazı şimşekler çakıyor anlık huzur gibi. Bir yere aitim ama bulamıyorum. Çok küçük anlar bunlar. Gül ve sabun kokusu, ağaçlar, bulutlara bakarak meditatif ruh haline bürünme, nostaljik oyuncaklar, şekerlemeler.. Dedim ya saniyelik çakıyor kayboluyor hala arıyorum asıl tutkumun ne olduğunu. Ee işin bir de ekonomik boyutu da var. Öylece dururken bile vicdan azabı çekiyor insan. Nispeten küçük bir şehirde yaşıyorsan hayat daha da zor tabi (iş konusunda) 

Kendimi idame ettirecek seviyeye bir çıkıyorum bir düşüyorum iyice ambale oldu kafam. Bir noktada dayanamadım ve "tamam ulan hiçbir şey yapmadan öylece dur bakalım nereye kadar duracaksın" dedim. Okuduğum meydan hala devam ediyor ve en sonunda buradayım. Kendime yarattığım bu korunaklı dünyayı seviyorum (sevmeyip de ne yapacağım) Şeytan diyo ticarete atıl al bir bakkal, otur işlet. Aç kitabını oku boş vakitlerinde. (there is no more Sermaye in here)

Şu dinlediğim şarkıyı da bırakıp kaçayım artık. Düşüncelerimi toplayamıyorum. Bir iki el oyun atayım da kendime geleyim


Ay bu arada hava serinledi yağmur yağmaya başladı aklım yerine geldi. İhtiyacım olan şey soğukmuş. İzlanda'ya taşınmak isteyenler bana bir mama bulabilir mi oralardan? Teşekkürler

Kitap Diye Nicesine

 


Dikkat dikkat sayın seyirciler. Bu post reklam değildir! Bizzat danaya girer gibi 9 taksitle e-kitap okuyucuya girdiğimin fotisidir.  

Şimdi tabi ki artan maliyetler, ekonomi, pahalılıktan yakınıp canımızı sıkacağım. Beni kredi kartlarına mahkum edenler utansın. Bayılırım kitapları mıncırmaya, gosgocaman kütüphane oluşturmaya falan. Te şuracıkta arkamda duruyor kitaplığım ama bir sorun var. Anam o fiyatlar ne öyle. Tamam yakalıyoruz kampanyadan şuradan buradan indirimlileri ama olan var olmayan var. Baktım en sonunda olduramadım bir şeyler, dedim ben alayım şuncağızı da yanı başımda dursun. Hayır bir de gidip para vererek aldığım fiziksel kitabı beğenmediğim zaman vicdanım sızlıyor. 

Koskoca bir reading slump döneminden çıkışımı Lanetlilerin Krallığı serisini almıştım (fiziksel) ona borçluyum biraz. Sonrasında dedim benim canım biraz sosyal bilimler ve psikoloji konusunda da uçmak istiyor yürüdüm gittim bu yoldan.. 4 günde 4 kitap bitirdim. Benim için iyi performans (opsiyonel) Efendim neler okudum bu arada:

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku - İlhami Algör 

Aslında Cennet de Yok - Kerem Işık

Botter Apartmanı - Ayşe Övür

Nohut Oda - Melisa Kesmez

Şu anda da Alain de Botton - Statü Endişesi okuyorum. Şimdi işin içine sosyal bilimler diye girdim ama roman ve öykü okuyup çıkmışım. (görmezden gelirsen öpüp başıma koyarım )

Öyle yani. Biraz konuşasım geldi. Okuduklarımın yorumlarını da yaparım ara ara (üşengeç bir insanım)

Sağlıcakla kal, öğlen 12 - 3 arası güneşe çıkma (yanarsın guzum yanma)


Kim Ki Bu


 Merhaba. 

Çat diye blog alemine giriş yapan, kafası karışık, ruhu sıkışık bir çift el yazıyor bu dizeleri sizlere. Biraz fazla romantik göründü farkındayım ama olsun. Hayatı romantize etmek ve nostaljik hale getirmek tam olarak benim boynumun borcu (boynum biraz uzun, çenem geride, aklım bir karış havada ama neyse konumuz bu değil)

Buraya tam olarak kendi fikir balonlarımı atmaya geldim. Yeri gelir beraber patlatırız yeri gelir beraber parlatırız ışıl ışıl. Nasıl istersen. Aranızda bana da yer değil mi?